Wednesday, February 28, 2007

Hafta Ortasında İsyan


Bu sabah YouTube'da bambaşka birşey ararken Tracey Thorn'un It's All True isimli şarkısının videosunu buldum. Videoyu izleyince tüm dünya üzerinde masa başında çalışan insanları düşündüm. Bütün gün bir ekran karşısında oturup, bir ekrana bakıp, kolumuzu biraz kıpırdatıp, bir takım düğmelere basarak 9 saat boyunca aynı şeyi yapıyoruz. Böyle düşününce yaptığımız işler çok komiğime gidiyor.

Bu videoda masa başında oturup herkesin yaptığı şeyleri yaparken aniden bambaşka bir hareket yapan dansçılar bana hafta ortasında masa başında cinnet geçirip isyan eden çalışanları hatırlattılar. Çok eğlenceli bir video, umarım beğenirsiniz.

Bu arada bu şarkı Tracey Thorn'un 5 Mart'ta piyasaya sürülecek albümünden bir single. Everything But The Girl'ün efsane sesini uzun zamandır duymuyorduk. Bu videoyu tesadüfen bulmuş olmama pek sevindim doğrusu.

Saturday, February 24, 2007

Sokak Yemekleri - Mediterranean Street Food

Başucu kitabı diye bir tabir vardır. Sanırım bazıları bu tabiri çok önemsedikleri, yanı başlarından ayırmak istemedikleri kitaplar için kullanıyorlar. Benim içinse başucu kitabı uykuya dalmadan önce çok dikkat vermeden okunabilecek ilginç ve eğlenceli kitaplar. Mesela bir süre başucu kitabım Ersin Karabulut'un Sandık İçi idi. Uyumadan önce kısa bir öyküsünü okuyorum, bazen kendimi alamayıp birkaç tane okuyorum ve yatakta kikirdemeye başlayıp uyku kaçırabiliyorum. Bazen de Piyale Madra'nın Ademler ve Havvalar isimli çizgi kitaplarını karıştırıyorum. Son zamanlardaki başucu kitabım ise Anissa Helou'nun Mediterranean Street Food (Akdeniz Sokak Yemekleri) isimli kitabı.

Anissa Helou Londra'da yaşayan Beyrut'lu bir yazar. Çocukluğundan beri sokakta satılan yiyeceklere merak duyuyormuş ancak annesi bu yemekleri yemesine izin vermezmiş. Yaşı kemale erdiğinde sokaklarda özgürce istediği şeyi yemeye başlamış. Ancak Londra'ya taşındığı zaman sokak yemeklerinden uzakta kalmış. Hakikaten de sokak yemekleri daha çok Akdeniz kültürüne özgü. Hatta kitapta şöyle bir gruplama da yapılmış: Akdeniz ülkeleri arasında Fransa, İspanya ve İtalya'daki sokak yemekleri bir grup, Balkanlar, Yunanistan, Türkiye, Suriye, Lübnan ve İsrail bir grup, Mısır, Libya, Tunus, Fas ve Cezayir bir grup. Ancak Anissa Helou'nun dediğine göre sokakta satılan yemekler doğuya gittikçe daha da çok renkleniyor. Kitapta anlatılanlara göre batı Akdeniz ülkelerinde sokak yiyecekleri gezici arabalardan ziyade ayaküstü cafelerde ve tapas (İspanyol mezesi) barlarda satılıyor. Ancak doğuya doğru geldikçe seyyar satıcılara daha sık rastlanıyor. Kitabı okumaya başlayınca şöyle bir düşündüm de hakikaten ne kadar çeşitli yiyecekler satılıyor sokaklarımızda. Simit, mısır, kestane, kağıt helva, sahlep, midye dolma, nohutlu pilav, içli köfte, döner, köfte, dürümler, kokoreç, çiğ köfte, şerbetli tatlılar vs. vs.

Kitabı karıştırmaya başladıkça Akdeniz ülkelerin yiyeceklerinin ve yemek kültürlerinin de benzerlikler taşıdığını daha da iyi idrak ettim. Mesela Fas'ta evde ekmek hamuru yapıp ekmek fırınlarında pişirtmek yaygın bir alışkanlıkmış. Bizde de evde pide içi hazırlanılır sonra da ekmek fırınlarında pide pişirtilir mesela. Lübnan'da pazar günleri herkes balkonuna çıkıp mangal yaparmış. Bizde balkonda mangal yapma alışkanlığı yavaş yavaş azalmaya başladı ama eskiden hatırlıyorum balkonlarda sık sık mangal yakılırdı. İspanya'da ekmek dilimlerinin üzerine çeşitli soslar ve malzemeler konarak yapılan kanepelere pincho denirmiş. Kanepelerin üzerlerine de birer kürdan batırılırmış. Pincho satılan yerlerde hesap istediğiniz zaman garson tabağınızdaki kürdanları sayıp hesabı çıkarırmış. Bu bana hemen Ankara'daki Papazın Bağını hatırlattı. Orada da gözleme, patates kızartması gibi basit yiyecekler satılır. Hesap istediğiniz zaman garson masaya getirdiği yiyeceklerin tabaklarını sayarak hesap çıkarır. Kültürler arasındaki bu tip benzerlikleri yakalamak çok hoşuma gitti. Bir de şunu bir kez daha gördüm ki Türk mutfağında hem batı hem de doğu etkileri var ve bu bizim mutfağımızı çok zengin kılıyor.

Kitabın kapağındaki simitler çok iştah açıcı görünüyorlar. Pazar günü öğleden sonra çay ve peynirle birlikte taze taze simit yemek isteyenler için halis mulis Ankara simidinin tarifini veriyorum.
(4 adet)
Hamur için:
1 çay kaşığı kuru maya
2 cup (250 gr) un
1/4 çay kaşığı tuz
az miktarda tuzsuz tereyağı

Üzerine:
1/2 cup (125 ml) pekmez
1/2 cup (125 ml) su
1/2 cup (60 gr) susam

1. Mayayı 2 çorba kaşığı su ile karıştırın ve bir süre bekletin.
2. Un ve tuzu bir kaba eleyin ve ortasına bir çukur açın ve mayalı suyu ekleyin. 125 ml suyu yavaş yavaş una ekleyerek hamur yapmaya başlayın. Pürüzsüz bir hamur elde edene kadar iyice yoğurun.
3. Başka bir kaseyi tereyağı ile yağlayıp hamuru bu kaseye aktarın. Kasenin ağzını streç film ile kapatıp hamuru 1 saat 45 dakika dinlendirin.
4. Simitlari yapacağınız zemini biraz unlayıp dinlendirilmiş hamuru bir kaç dakika yoğurun. Hamuru kalın bir silindir şeklinde yuvarlayın ve dört eşit parçaya bölün. Her bir parçayı yuvarlayıp küçük bir top yapın ve bunları bir yarım saat daha dinlendirin. Dinlendirdiğiniz hamur parçalarını sosis şeklinde yuvarlayın. Yuvarladığınız bu uzun hamuru bir ucundan tutup havada birkaç kere döndürün ve hamurun iki ucunu birleştirip simit şekli verin. Yaptığınız simidi hafifçe unlanmış bir yüzeye koyup diğer simitleri de aynı şekilde yapın.
5. Fırın tepsisine pişirme kağıdı serin.
6. Pekmez ve suyu karıştırın ve susamları düz bir tabağa koyun. Simitleri önce pekmezli karışıma sonra da susama batırın. Simitleri tepsiye koyup yaklaşık 20-30 dakika bekletin.
7. Fırını en yüksek derecesine getirip ısıtın.
8. Simitleri ısıtılmış fırında 20-25 dakika ya da üzerleri çıtırdayıp kızarana kadar pişirin.

Friday, February 16, 2007

Heroes

İşte efsane adamlar ve kadınlardan oluşan rüya takım:

Monday, February 12, 2007

Yeşil Turuncu Kahverengi Sarı

Sonbahar renkleri insanın içini nasıl da ısıtıyor.

Sunday, February 11, 2007

Funny Face ve The Devil Wears Prada


Son zamanlarda Audrey Hepburn filmlerine merak saldım. Bir iki ay önce Breakfast At Tiffany's'i izleyip çok beğenmiştim. Bunun üzerine Audrey Hepburn filmlerini toplamaya başladım. En merak ettiğim filmlerinden biri de 1957 yapımı Funny Face idi.

Funny Face'i tesadüf eseri The Devil Wears Prada'yı izledikten çok kısa süre sonra izledim. Bu iki filmin senaryoları birbirlerine temelde oldukça benziyor. Öncelikle filmlerin baş karakterleri birbirlerine benziyor. Funny Face'in Jo Stockton'u ile The Devil Wears Prada'daki Andy Sachs çoğu kadının aksine güzel görünmek, süslenip püslenmek ve modayı takip etmekten ziyade kendilerini entellektüel anlamda geliştirmeyi daha çok önemseyen karakterler. Her ikisi de moda endüstrisinin bu denli büyük ve önemsenir olmasını pek anlayamıyor ve aslında pek de önemsemiyorlar. Ancak ironi bu ya her ikisi de moda endüstrisine bulaşıyorlar. Kılık ve kıyafetleri, duruşları ve seçimleri bu endüstrideki insanlar tarafından küçümseniyor. Ve aslında umursamadıkları modanın günümüz kadınının hayatında ne kadar büyük bir yer tuttuğu yüzlerine vuruluyor.

Her iki filmin ilerleyen sahnelerinde modanın başkenti Paris'e bir seyahat yapılıyor. Jo hayran olduğu filozof Profesör Emile Floster ile Paris'te tanışıyor. Profesör ile felsefe üzerine konuşmaya çalışırken çapkın Emile'in tacizlerine maruz kalıyor. Andy ise başta bu kadar küçümsediği moda endüstrisinin bir parçası olmaya başladığı için erkek arkadaşının eleştirilerine maruz kalmaya başlıyor. Bu gerginliklerin ortasında kendisine uzun zamandır asılan yazar Christian Thompson ile Paris'te karşılaşıyor ve onunla bir kaçamak yaşıyor. Fakat Christopher da Andy'i hayal kırıklığına uğratıyor.

Jo ve Andy'nin hikayelerinin benzerlikleri dışında her iki filmdeki moda dergilerinin editörleri de aşağı yukarı benzerlik taşıyor. Quality dergisinin editörü Maggie Prescott da Runway dergisinin editörü Miranda Priestly de işlerinde başarılı kadınlar. Gerçi Maggie'nin nevrotik yırtıcılığından Miranda'da eser yok. Maggie işlerin peşinden kendisi koşarken Miranda kendisi için çalışan gönüllü köleler edinmiş.

Ancak iki filmin de belkemiğini oluşturan ana konu giyim kuşamdan anlamayan pespaye kızların süreç içinde şık ve süslü kadınlar haline gelmesi. Bu konu bugünlerde kafamı meşgul ediyor. Kadınlar gerçekten de süslü olmalılar mı? Bir kadın kotunun üstüne bir t-shirt geçirerek yaşayamaz mı? İnsanın bakımlı olması hoş birşey tabi. Ancak beni rahatsız eden şey bunun bir zorunlulukmuşcasına filmler, dergiler, gazeteler, ve reklamlar aracılığıyla kadınlara dayatılması. Şöyle giyinmezsen, bunları almazsan kimse seni beğenmez tehditleri. Tonlarca kıyafete harcanan tonlarca para, buna rağmen tatminsizlik. Amerikan kültürünü televizyon kanalları, filmler ve dizilerden takip edebildiğim kadarı ile insanların en büyük amaçlarından birisi kadınların kendilerine bir sevgili, bir koca bulabilmesi. Şöyle bir düşünüyorum da bir kadının kendi ayakları üzerinde durması hikayesine odaklanan ve bu kadının sevgilisi ya da kocası varsa bu ilişkinin öncelleştirilmediği bir film ya da dizi aklıma pek gelmiyor.

Tam da bu konuyu düşündüğüm sıralarda BBC Prime'daki moda programlarından birine rast geldim. Bu programda birbirinden sinir iki moda danışmanı üstüne başına giydiği şeylere dikkat etmeyen, genelde zevksiz kadınları evire çevire kendilerince güzelleştiriyorlar. Bu programa katılan kadınların halleri ne kadar acıklı oluyor size anlatamam. Kadınlar ya çok çalışıyorlar ve kılık kıyafet alışverişi yapmaya vakitleri olmuyor, ya şişman oluyorlar ve kendilerine güvenleri olmuyor, ya da hakikaten giyim zevki gelişmemiş tipler oluyorlar. Her ne olursa olsun programda bu kadınları oldukları halleri ile barışıp kendilerini iyi hissetmelerini sağlamaktansa kamera karşısında kadıncağızları ölümüne aşağılayıp onları gerçekte olmadıkları kadınlar haline sokmaya çalışıyorlar. Bu kadınlara giydirdikleri kıyafetler çoğu zaman üstlerinde sakil duruyor. Eminim çoğu belli bir süre sonra eskiden giydikleri şeylerin rahatlığını özleyip onlara geri dönüyorlardır. Bir kadını güzelleştirmeye çalışmakla ilgili hiçbir problem yok. Ancak bunu bir zorunlulukmuşcasına kadına dayatırsanız o zaman kadın bunu görev gereği yapar. Görev ise demin de bahsettiğim gibi kendine bir eş bulmak. İzlediğim programın sonunda kadınların "güzelleştikten" sonra ilk yaptıkları şey kendilerine bir eş bulabilmek için "speed dating" programlarına katılmak oldu. Şunu da söylemekte fayda var, bu kadınlar programa kendi istekleri ile katılmıyorlar. Onun görüntüsünden memnun olmayan arkadaşları ve akrabaları BBC ile iletişime geçip kadından habersiz onun adına başvuruda bulunuyorlar. Ne kadar korkunç değil mi?

Funny Face ve The Devil Wears Prada'dan nerelere geldik, ama düşününce moda dediğimiz koca endüstri kadınlar üzerinde kurulan bu baskının en büyük sorumlularından biri. Sonuçta işin ucunda büyük para var!

Thursday, February 08, 2007

Saturday, February 03, 2007

Kadın Bacakları

Olacağı buydu! Bir kitabı daha yarıda bırakıp yeni bir kitaba başladım. Kasım'da yazdığım Kitaplarım başlıklı yazıyı okuyanlarınız varsa durumu daha iyi anlacayaklar. Birkaç hafta önce Yapı Kredi yayınlarının Galatasaray'daki dükkanına gitmiştik. Kitaplara bakınırken Mina Urgan'ın Bir Dinozorun Anıları isimli kitabı gözüme ilişti. Bu kitap ilk çıktığında Çok Satanlar listesinde idi. Çok Satan kitaplara uzak durduğum için bu kitapla o sıralarda fazla ilgilenmemiştim fakat içten içe de merak ediyordum. İşte o haftasonu hem bu kitabı hem de Bir Dinozorun Anıları'nı aldım. Sonraki haftasonu Savaş ve Barış'ın ikinci cildine devam etmekteydim ki Prens Andrey, Nataşa ve Rostov'un maceralarına biraz ara vereyim dedim. Evet yine yaptım yapacağımı, okuduğum kitabı bırakıp başka bir kitaba geçtim. Ama Savaş ve Barış'a döneceğim söz. Ve Yüzüklerin Efendisi'ne, ve Cevdet Bey ve Oğulları'na, ve Vertigo'ya....
Her neyse Bir Dinozor'un Anıları'nda çok komik bulduğum bir bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum. Mina Hanım televizyon kanallarının ne kadar bayağılaştığını anlattığı bir bölümde izlediği komik bir programı okuyucularıyla paylaşıyor:
"Gelgelelim, TV'lerde, ara sıra çok eğlendirici durumlarla karşılaştığımız da oluyor: Bir gece, ilginç birşey var mı diye "zapping" yaparken, bir de ne göreyim? Dinci kanalların birinde, bizim, daha doğrusu "eskiden bizden olan" Çetin Altan. Karşısında da saçları ortadan ayrılmış, sakalsız, ama şeriata uygun bıyığı olan dinci bir genç. Çetin Altan'ın ağzından sözcükler sel suları gibi durmaksızın aktığından, dinci genç bir şey sormak fırsatını pek bulamıyor. "Eskiden bizden olanın" şimdi yazılarını yayınladığı gazeteyi pek okumadığım için, "bakalım, neler söylüyor bu" dedim kendi kendime. Ve üyesi olduğum Türkiye İşçi Partisi'nin eski şanlı günleri aklıma geldi: "Çetin Altan acaba bugün ne dedi?" merakı içinde olduğum için gazeteyi elime alınca, manşetlere göz atmadan önce onun yazdığını okurdum. Makaleleri yalnız biz solcuları değil, herkesi etkilerdi. Örneğin, Genco Erkal emekli Bahriye Subayı babasının artık solcu olduğunu bana bildirmişti. "ne solcusu?" diye sorduğumda " Çetin Altan solcusu" diye yanıt vermişti. Çetin altan söz alınca, toplantı yaptığımız alanlar, gol atıldıkça seyircilerin coştukları futbol sahalarına dönerdi. Milletvekiliyken TBMM'inde linç edilmesine ramak kalmıştı. Bütün bunları ve bir yığın başka şeyi anımsadım.

Gelgelelim, bu anılara dalmaya pek vakit bulamadım, çünkü "eskiden bizim" olan şaşırtıcı laflar ediyordu. "Dinci olmadan önce, Necip Fazıl Kısakürek'in çok iyi bir şair olduğunu söylüyordu. Onun eki şiirlerinden "kadın Bacakları"nı ayrıca sevdiğini anlatıyor ve tam anlamıyla erotik olan bu şiiri, dinci bir kanalda ezbere söylemeye başlıyordu.

Karşısındaki şeriatçı genç, alı al moru mordu. Çetin'i susturmanın yolu yoktu. Dudakları titreyen delikanlı neredeyse fenalık geçiriyordu. Derken, TV'de bugüne değin görülmedik bir olayla karşılaştım: Durup dururken klasik Batı müziği çalmaya başladı. amaç, süper-mürşit'in erotik şiirini duyulmaz hale getirmekti. Ama hiç mi hiç mümkün değildi bu. Çünkü orkestranın müziği yükseldikçe, "eskiden bizim olanın" sesi de yükseliyordu. Gene duyuluyor, gene duyuluyordu. Necip Fazıl'ın erotik şiirinin on altı dizesini, bangır bangır bağırarak sonuna kadar okudu.

KADIN BACAKLARI
Her kadının bastığı yerde sanki kalbim var
Kalbim ki vahşi bir zevk alır ezilişinden.

Bir kadının içinden ağlayışı, gülüşü,
Gözlerinden ziyade bacaklarına yakın.
Bir lisandır onların, duruşu, bükülüşü,
Kadınlar! Onlar varken konuşmayınız sakın.

İnce sütünlardaki ilahi güzelliğe
Bacakların ruhudur şekil veren diyorum.
Bacakları bir kalın örtüde saklı diye
Mermerde kalbi çarpan Venüs'ü sevmiyorum.

Ömrümüzün geçtiği yolda, bana sorsalar
Gidiyorum bir kadın bacağının peşinden.

Boynuma doladığım güzel putu görseler.
İnsanlar öğrenirdi neye tapacağını.
Kör olsam da açılır gözüm, ona sürseler
İsa'nın eli diye bir kadın bacağını.

Ben de, keyifli kahkahalar atarak onu dinlerken, "eskiden bizim olanın" hala birazcık bizden olduğunu anladım."
Bir Dinozorun Anıları, Yapı Kredi Yayınları