Thursday, November 14, 2013

Keşke

O kadar uzun bir ara vermişim ki blogger eski moda kalmış. Sanki 1980lerde bir şey gibi blogger. Buraya yazdığım yazılarda beni geri tutan birşey oldu hep. Herkese açık sayfalara günlük tutmanın verdiği sıkıntı. Hani birinden bahsedecek olsan 'ya okursa' korkusu. İnsanların okuyacak o kadar çok şey var ki, ve ben bu bloga o kadar çok ara verdim ki, bu yazıların yakın zamanda okunmayacağından neredeyse eminim. Sanırım hayatımın son birkaç yılında geçirdiğim dönüşüm de yazacağım yazıların dolaysızlığından çekinmememi sağlayacak özgürlüğü getirdi bana. (Bakalım göreceğiz.)

Neden buraya yazmak istiyorum biliyor musun? Çünkü yaşadığımız biricik hayatlardan kağıda aktarmaya değer bulduğumuz şeylerin kaybolmasından korkar oldum çok. Kökümü, cansuyumu, dostumu, yani babamı kaybettim 3 yıl önce. Ondan bana kalan mektuplar ve yazılar şu hayatta kaybetmeyi göze alamadığım tek cansız şey. Bu mektupların durduğu bir kutu var evde. Arada bir iç sıkıntısı basıyor, sanki onları kaybetmişim gibi. Digital ortamda neyin ne kadar tutulacağı da garantili değil ama, ben buradan göçtükten sonra sevdiklerim benden arda kalan bir iki bişey okumak isterler belki diye bu yazıları buraya yazmaya karar verdim.

Ben babamın ölümünü atlatamadım. Zaman biraz işe yarıyor ama yara kanamaya devam ediyor. Durduk yere ağlamak geliyor içimden, bir başladı mı hiç susmamacasına. Burak'ın yanında uzun uzun ağladım bir gece, fakat o da ne yapacağını bilemiyor. Ne olursa olsun bu kaybı anlaması, içimdeki boşluğu tatması mümkün değil. Ona da haksızlık. Kendimi tedavi etmeye çalışacağım yazarak.

Çok sevildim, annem de babam da çok sevdi beni. Sanırım bu sevgi, bu biriciklik güvencesi hep ayakta tuttu beni. Üstesinden gelemediğim iki büyük 'keşke' var:

keşke babam yaşasaydı
keşke annemle babam birlikte olsaydı

Kendimi iyi hissetmek istediğim zamanlarda bir Aralık günü hayal ediyorum. Ada'yı alıp annem ve babamın evine gitmişiz. Ben İstanbul'a taşındıktan kısa bir süre sonra annem ve babam da İstanbul'a taşınmışlar. Bağdat Caddesi'ne yakın oturuyorlar, Ankara'ya daha çok benzediği için. Sokak arasında güzel, az katlı bir apartmanda evleri. Evin güzel mi güzel bir balkonu var. Babam yine atkestanesi tohumlarını ekmiş saksılara, fideler yetiştiriyor. Annem biz geleceğiz diye benim en sevdiğim üzümlü kurabiyeden yapmış, bir de elmalı turta. Eve girdiğimizde içerisi mis gibi tarçın ve yeni demlenmiş çay kokuyor. Dışarısı o kadar soğuk ki çay buharı camlarda buğu yapmış. Babam Count Basie'nin Noel albümünü koymuş, tatlı tatlı tıngırdıyor arkada. Bir iki haftadır görüşememişiz, özlemişiz birbirimizi. Sımsıkı sarılıyoruz kapıda. O gün beraber yılbaşı ağacını süsleyeceğiz. Ada çok mutlu. Herkes çok mutlu. Herşey sımsıcak.

Bir süre bu hayalin içinde kalacağım.

Wednesday, December 21, 2011

yoruldum yahu

kendime acımaktan sıkıldım, uykusuzluktan bunaldım, çaresizlikten daraldım. uçup yokolmak istiyorum bazen. 'kapalıyız' tabelası asıp birkaç günlüğüne dükkanı kapatabilseydim mesela?

Monday, January 17, 2011

Uzun zaman sonra

Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar keyifli bir haftasonu geçirdik. Cuma akşamı iş çıkışı Ada'yı kaptığımız gibi Big Chefs'e gittik. Ada'cım baya uyumlu bir tip oldu. Biz yemeğimizi yerken o da elmasını kemirdi ve kitaplarına baktı.

Cumartesi sabahı güzel bir kahvaltı yaptık evde. Sonra Burcu ve Alegra geldiler. Bizim bıdıklarda bir heyecan bir heyecan. Henüz birlikte nasıl oyun oynanır bilmiyorlar ama birbirlerini baya bir taklit edip eğlendiler. Mesela Alegra boş oyuncak kutusunun içine oturdu, bir de baktık iki dakika sonra Ada da kutuya girmiş!

Ada top atıyor Alegra 'goool goool goool' diye bağırıyor. Artık birbirlerinin isimlerini söyleyebiliyorlar baya. Ada 'Agiyaaaa' diye çağırıyor Alegra'yı. Alegra da daha bir otoriter 'Ada Ada Ada', hadi hemen gel gibisinden :) En şeker an tabi ki Alegra'nın Ada'ya müthiş bir sevgi ile sarıldığı andı. İnsan çocukların koşulsuz, çekinmesiz ve hesapsız hareketlerini görünce niye hep böyle kalmıyoruz diye kara kara düşünüyor.

Cumartesi öğlen evden çıktık ve Bağdat Caddesine doğru yollandık. Ada'cım tabi arabada uyudu. Planımız her zamanki gibi Fenerbahçe parkının otoparkında Ada uyanana kadar beklemekti. Daha sonra da Ebru'larla buluşup yemek yiyecektik. Park edince hadi dedim gideyim de parkın içindeki kestaneciden biraz kestane alayım. Burak da Ada'nın başında bekliyor. Ben gittikten kısa bir süre sonra orta yaşı geçmiş bir çıft bizim arabanın yanından geçerken Ada'yı görmüşler. Onu arabada yalnız bıraktığımızı düşünüp (nasıl bişeyse) bağıra bağıra 'görüyo musun bak çocuğu da bırakmışlar böyle işte, cık cık cık' filan diye konuşmaya başlamışlar. Burak ben burdayım diyor ama yurdum insanı kendinden geçmiş. Tabi çocukcağız şamataya uyanmış. Hepi topu yarım saat ya uyudu ya uyumadı.

Bizim keyifler kaçtı tabi. Ada'nın uykusuzluğa dayanamayacağından o kadar emindik ki acaba doğrudan eve geri mi dönsek diye düşündük. Ebru'larla Suadiye'de buluşacaktık. Ada belki yine arabada uyur, uykusunu alır diye bir ümit o tarafa doğru yollandık. Yok ne çare çocukcağızın uykusu kaçtı bir kere. Neyse ne yapalım Ebru'larla buluşmayı öne aldık. Ada'cık idare ettiği kadar beraber oluruz diye düşündük. Yahu Ada bizi bir şaşırttı ki sorma gitsin. Önüne çorbası geldi mi zaten bizim oğlanın keyfine diyecek olmaz. Ali de sağolsun Ada'yı el altından ekmeklerle, yoğurtlarla besledi. Ada'nın niye keyfi kaçsın daha ne ister? Bu arada Cercis Murat Konağı'na gittik yemeğe. Mardin mutfağı, bir tane eksantrik olmayan yemek yok.

Pazar günü de aylardır planlayıp bir türlü gerçekleştiremediğimiz Hakman - Yavuz aileleri kavuşması yaşandı. Sina'lar uzun zamandır bize gelmek istiyorlardı. Bir onların işleri çıktı, bi ben zehirlendim filan derken yılan hikayesine döndü mesele. Her neyse en sonunda Pazar günü buluşmayı becerdik. Deniz abla kızımız olarak Ada'ya yol yordam gösterdi. Ada'nın gözlerindeki 'abla bu işler nasıl oluyor bi anlat bakiim' bakışları görmeye değerdi. Yedik içtik, pek güzeldi.

Her yağmurun ardından güneş açar hesabı yavaş yavaş umut ve neşe pıtırcıkları yeşermeye başladı içimde.

Sunday, September 26, 2010

Yazı

Bu sabah babamı gördüm rüyamda, ağlayarak uyandım. Babama sımsıkı sarıldım, 'seni çok seviyorum babacım, sen benim herşeyimsin' dedim. Uyandığımda bir daha babama hiç sarılamayacağım gerçeğinin çıplak soğukluğu sardı heryerimi. Babam öldüğünden beri yazılarını okumaya cesaret edemiyorum. Ama bu sabah onu o kadar çok özledim ki elimde kalan tek şey olan yazılarına sarıldım. Her kelime onu biraz daha çok özletti.

Ada uyandığında sımsıkı sarıldım ona. Çok hareketli bir çocuk olmasına rağmen sanırım o da üzüntümü anladı. Hiç kıpırdamadan bir süre kucağımda durdu. Sonra neşeyle oynamaya başladı. Şimdi Ada uyuyor. Bense ağlamaktan kendimi alamıyorum. Ölmek, yitmek, yok olmak çok garip birşey. Her ne kadar arkanda sözcükler, yazılar, anılar bıraksan da bir daha yeni bir cümle kurmamak, bir daha hiç sesinin çıkmaması, bir daha hiç şarkı söylememek... Ne olursa olsun geride kalanlara seni hatırlatacak birşeyler bırakmak hoş birşey. Ne mutlu bana ki babam bu dünyanın en güzel yazı yazan insanlarından biri idi ve bizlere birçok yazılar bıraktı.

İşte bu yazıyı o yüzden yazıyorum. Babam oldum olası yazı yazmamı istedi. Hiçbir zaman bu konuda bir baskı yapmadı bana (herhangi bir konuda bir baskı yapmadı zaten) ama içten içe bilirdim yazı yazmamı çok istediğini. Elimden geldiğince güzel yazılar yazıp evrene güzel izler bırakmaya çalışacağım. Fakat yazılar da fotoğraflar gibi. Bir daha hiç o yazıda düşündüklerinin bire bir aynısını düşünmeyeceksin, bir fotoğraftaki bakışının bire bir aynısı görülmeyecek bir daha. O an geçecek, değişeceksin. Yazılarla ilgili bir ikilem içindeyim. İnsan hayatı kişinin yazmaya değer bulduğu şeylerin yanı sıra bir sürü minik anıcık, bir iki satırlık düşünce ve anlık hislerle dolu. Yazı yazmak ve bunları arkanda bırakmak geride kalanlara çerçevesi belli bir resim çiziyor, sanki yaşadığın tüm hayat yazdıklarından ibaretmiş gibi. Ama ne yazık ki insan hafızası kısıtlı. Babamla yaptığımız uzun konuşmaları hatırlıyorum ama o konuşmalar sırasında cümle cümle ne söylediğini hatırlayamıyorum. Zamanla hafızamızda kalan ufak tefek anılardan başka birşey kalmıyor elimizde. Eğer ki geriye bıraktığımız yazılar varsa bunlar da dönüp dönüp tekrar okunacak, okununca bitecek, yeni sözcüklerin yerini tutmayacak bir diğer kalem olarak eklenecek anıların yanına.


Sunday, May 02, 2010

?!!???!!

Savaştan çıkmış gibiyiz. Ev dandini, her yerde Ada kafasını vurmasın diye koyduğumuz yastıklar var. Salaklık yapıp Sina'lardan geç çıktık. Eve gelirken Ada arabada uyumaya başladı. Eve vardığımızda saat 8e geliyordu. Ada'cığın uykusu bölündüğü için kafası çok bozuldu tabi. Apar topar mama yedirip banyo faslını atlayıp uyutma faslına geçtik. Fakat ne yazık ki şu anda pek mutsuz. Umarım Burak kazasız belasız uyutmayı başarabilir.

Acilen önlemler almamız lazım çünkü bu düzenle hem ben hem Burak kafayı yiyeceğiz. Haftasonları tam bir karambol geçiyor. Cumartesi ya da Pazar günü bir iki saatliğine birimizden birimiz Ada ile başbaşa vakit geçirmeli ki diğerimiz az biraz dinlensin. Bu şekilde ikimiz de tüm gün evde duruyoruz, ikimiz de çok yoruluyoruz.

Bu düzen içinde çocuk yapmak zaman zaman akıl karı gelmiyor. Annem uzakta, babam yakında ama durumu malum, Burak'ın annesi babası keza uzakta. Hem çalışıp hem de bir başına çocuk büyütmek hakikaten zor. Neziha'yı daha çok devreye sokmamız lazım.

Yapılması gereken o kadar çok şey var ki. Ada'nın yatağını değiştirmek lazım, Ada'ya oyun parkı almak lazım, evi güvenli bir hale getirmek lazım, dermatoloğa, endokrinoloğa, jinekoloğa, dişçiye gitmem lazım. Zayıflamam lazım. Yaşamaya yeniden başlamam lazım. Düzen kurmam lazım. Lazım da lazım...

Saturday, May 01, 2010

Saturday Night Fever

Bir Cumartesi günü daha bitiyor. Bugün 1 Mayıs idi. Kutlamalar Taksim'de yapılacağı için evden uzak durmaya karar verdik. Pınar'lara sığındık. Sabahtan Arnavutköy Fincan'da kahvaltı ettik, sonra da sahilde yürüyüş yaptık. Bebek sahildeki dairelerden birinin fiyatı 2.6 milyon dolar imiş. Bunun üzerine sistem, dünyadaki zengin insanlar vs. üzerine konuştuk.

Pınar'ların güzel ve aydınlık evinde bir öğleden sonra geçirdikten sonra akşam eve döndük. Kiralık ev arayışlarımız devam ediyor. Tüm bu tantanadan uzak, Ada için daha elverişli bir yer bulabilecek miyiz acaba?

Sırtımdaki siyah nokta gittikçe büyüyerek bir kist halini aldı ve canım yanıyor. Onu aldırmam lazım ama ne ara. Salı günü babamın doktor kontrolü var. Eğer herşey yolunda giderse sanırım bu Çarşamba kemoterapinin 2inci seansı olacak. Yarın Sina'lara gideceğiz, dayımlar buradalarmış.

Ada her geçen gün daha çok büyüyor. Rahatlıkla ayağa kalkıyor artık. Bir yaşına geldiğinde bizim desteğimizle yürür herhalde. İlk doğumgünü için özel birşeyler yapmak istiyorum. Bu konuyla ilgili araştırmalarıma şimdiden başlamam lazım.

Uzun zamandır televizyon seyretmediğimi fark ettim. Haber filan da takip ettiğim yok. Bir haberci sokakta yolumu kesip güncel gelişmelerle ilgili ne düşündüğümü sorsa en ufak fikrim yok, oracıkta utanır kalırım.

Ada uyudu. Şimdi birşeyler ısmarlayacağız.

Monday, April 12, 2010

Daraldım

Çok daraldım. Babam bugün ilk kemoterapi kürünü oldu. Beklediğimden daha iyi geçti tedavi, mide bulantısı olmadı allahtan. Umarım önümüzdeki günler daha iyi olur. Burak'ın işleri iyice sarpa sarmış durumda. Projedeki bir adam işin teslimatına bir hafta kala beni bu oyunda yok bilin, ben şiştim diyerekten pes etti. Bu durumda işler de Burak'ın üstüne kalmış oldu. Ada uyku konusunda iyice cozuttu. O konuda ne yapabileceğimizi bilemiyorum. Gece bir uyandı mı pir uyanıyor. Saatlerce sürüyor geri uyutmamız. Burak şu anda Ada'yı uyutmaya çalışıyor, bir yandan da birileri apartmanda deli gibi piyano çalıyor.
Karnım aç, günlerdir doğru düzgün yemek yemiyoruz. Ada'yı uyandırız korkusuyla ne yemek ısmarlıyoruz ne de mutfağa giriyoruz. Şu olağanüstü hal durumu ortadan bir kalksa artık. Parkeler gıcırdıyor, canımı sıkıyor. Tüm seslere düşmanım :)