Sunday, February 11, 2007

Funny Face ve The Devil Wears Prada


Son zamanlarda Audrey Hepburn filmlerine merak saldım. Bir iki ay önce Breakfast At Tiffany's'i izleyip çok beğenmiştim. Bunun üzerine Audrey Hepburn filmlerini toplamaya başladım. En merak ettiğim filmlerinden biri de 1957 yapımı Funny Face idi.

Funny Face'i tesadüf eseri The Devil Wears Prada'yı izledikten çok kısa süre sonra izledim. Bu iki filmin senaryoları birbirlerine temelde oldukça benziyor. Öncelikle filmlerin baş karakterleri birbirlerine benziyor. Funny Face'in Jo Stockton'u ile The Devil Wears Prada'daki Andy Sachs çoğu kadının aksine güzel görünmek, süslenip püslenmek ve modayı takip etmekten ziyade kendilerini entellektüel anlamda geliştirmeyi daha çok önemseyen karakterler. Her ikisi de moda endüstrisinin bu denli büyük ve önemsenir olmasını pek anlayamıyor ve aslında pek de önemsemiyorlar. Ancak ironi bu ya her ikisi de moda endüstrisine bulaşıyorlar. Kılık ve kıyafetleri, duruşları ve seçimleri bu endüstrideki insanlar tarafından küçümseniyor. Ve aslında umursamadıkları modanın günümüz kadınının hayatında ne kadar büyük bir yer tuttuğu yüzlerine vuruluyor.

Her iki filmin ilerleyen sahnelerinde modanın başkenti Paris'e bir seyahat yapılıyor. Jo hayran olduğu filozof Profesör Emile Floster ile Paris'te tanışıyor. Profesör ile felsefe üzerine konuşmaya çalışırken çapkın Emile'in tacizlerine maruz kalıyor. Andy ise başta bu kadar küçümsediği moda endüstrisinin bir parçası olmaya başladığı için erkek arkadaşının eleştirilerine maruz kalmaya başlıyor. Bu gerginliklerin ortasında kendisine uzun zamandır asılan yazar Christian Thompson ile Paris'te karşılaşıyor ve onunla bir kaçamak yaşıyor. Fakat Christopher da Andy'i hayal kırıklığına uğratıyor.

Jo ve Andy'nin hikayelerinin benzerlikleri dışında her iki filmdeki moda dergilerinin editörleri de aşağı yukarı benzerlik taşıyor. Quality dergisinin editörü Maggie Prescott da Runway dergisinin editörü Miranda Priestly de işlerinde başarılı kadınlar. Gerçi Maggie'nin nevrotik yırtıcılığından Miranda'da eser yok. Maggie işlerin peşinden kendisi koşarken Miranda kendisi için çalışan gönüllü köleler edinmiş.

Ancak iki filmin de belkemiğini oluşturan ana konu giyim kuşamdan anlamayan pespaye kızların süreç içinde şık ve süslü kadınlar haline gelmesi. Bu konu bugünlerde kafamı meşgul ediyor. Kadınlar gerçekten de süslü olmalılar mı? Bir kadın kotunun üstüne bir t-shirt geçirerek yaşayamaz mı? İnsanın bakımlı olması hoş birşey tabi. Ancak beni rahatsız eden şey bunun bir zorunlulukmuşcasına filmler, dergiler, gazeteler, ve reklamlar aracılığıyla kadınlara dayatılması. Şöyle giyinmezsen, bunları almazsan kimse seni beğenmez tehditleri. Tonlarca kıyafete harcanan tonlarca para, buna rağmen tatminsizlik. Amerikan kültürünü televizyon kanalları, filmler ve dizilerden takip edebildiğim kadarı ile insanların en büyük amaçlarından birisi kadınların kendilerine bir sevgili, bir koca bulabilmesi. Şöyle bir düşünüyorum da bir kadının kendi ayakları üzerinde durması hikayesine odaklanan ve bu kadının sevgilisi ya da kocası varsa bu ilişkinin öncelleştirilmediği bir film ya da dizi aklıma pek gelmiyor.

Tam da bu konuyu düşündüğüm sıralarda BBC Prime'daki moda programlarından birine rast geldim. Bu programda birbirinden sinir iki moda danışmanı üstüne başına giydiği şeylere dikkat etmeyen, genelde zevksiz kadınları evire çevire kendilerince güzelleştiriyorlar. Bu programa katılan kadınların halleri ne kadar acıklı oluyor size anlatamam. Kadınlar ya çok çalışıyorlar ve kılık kıyafet alışverişi yapmaya vakitleri olmuyor, ya şişman oluyorlar ve kendilerine güvenleri olmuyor, ya da hakikaten giyim zevki gelişmemiş tipler oluyorlar. Her ne olursa olsun programda bu kadınları oldukları halleri ile barışıp kendilerini iyi hissetmelerini sağlamaktansa kamera karşısında kadıncağızları ölümüne aşağılayıp onları gerçekte olmadıkları kadınlar haline sokmaya çalışıyorlar. Bu kadınlara giydirdikleri kıyafetler çoğu zaman üstlerinde sakil duruyor. Eminim çoğu belli bir süre sonra eskiden giydikleri şeylerin rahatlığını özleyip onlara geri dönüyorlardır. Bir kadını güzelleştirmeye çalışmakla ilgili hiçbir problem yok. Ancak bunu bir zorunlulukmuşcasına kadına dayatırsanız o zaman kadın bunu görev gereği yapar. Görev ise demin de bahsettiğim gibi kendine bir eş bulmak. İzlediğim programın sonunda kadınların "güzelleştikten" sonra ilk yaptıkları şey kendilerine bir eş bulabilmek için "speed dating" programlarına katılmak oldu. Şunu da söylemekte fayda var, bu kadınlar programa kendi istekleri ile katılmıyorlar. Onun görüntüsünden memnun olmayan arkadaşları ve akrabaları BBC ile iletişime geçip kadından habersiz onun adına başvuruda bulunuyorlar. Ne kadar korkunç değil mi?

Funny Face ve The Devil Wears Prada'dan nerelere geldik, ama düşününce moda dediğimiz koca endüstri kadınlar üzerinde kurulan bu baskının en büyük sorumlularından biri. Sonuçta işin ucunda büyük para var!

No comments: